Ipoh’da tanıştığım ve beni çiftliğe davet eden Simheswara akşamdan mesajlaşıp ertesi gün Kuala Lumpur’a geliş saatimi bildireceğimi söyledikten sonra son hazırlıklar yapılıyor ve dev aile ile birlikte kahvaltı + tapınakları gezme faslına çıkıyoruz. Normal şartlarda öğleden önce 11’de yola çıkacaktım ancak bu kadar büyük bir grubun gezme merasimi de baya uzun sürüyor. Saat başı tren var nasılsa diyerek saat 3 trenine yetişmek üzere tüm ekiple vedalaştıktan sonra koşa koşa istasyona gidiyorum. Saat 3 ve 4 trenleri tamamen dolu ve 5 treni de dolmak üzere ama neyse ki 5’e yetişiyorum.

Akşam saat 7:20 gibi Kuala Sentral istasyonuna ulaşım gece 11’e kadar gelmelerini bekliyorum. Eğer erken planladığım saatte gelseydim beni alıp bir festivale gideceklerdi ancak ben erken gelemeyince haliyle bensiz gittiler ve ben de dönmelerini belkledim. En sonunda bir mini van geliyor. İçinde birlikte çalışacağım gönüllü arkadaşlar ve çiftçiler var. Bana pek yer olmasa da herkes bi yerlere sıkışıp kıçımın sığacağı kadar bir yer açılıyor. 2 Alman kız, 1 İtalyan çift, 1 Kanadalı eleman, 1 Galler’li kadın ve geri kalanı isimlerini hatırlayamadığım için üzgün olduğum Nepal’li ve Malezya’lı çiftlik çalışanları. Yol boyunca hatırlamak bile istemediğim bir ilahi eşliğinde “Haaare Kriiişnaaa Haare Kriiişnaaaa!” diye ilahiler söyleye söyleye gece saat 01:30 gibi sonunda çiftliğe ulaşıyoruz. IMG_3907

Yol zaten uzundu ama bu ilahi muhabbeti bildiğin beyin yıkama operasyonu, bir ara beynimin kulağımdan eriyip çıkacağını düşündüm. Kulaklıkları takıp Van Halen dinleyince bir nebze olsun beyin kendini toparladı. Her taraf yağmur dolayısıyla çamur ama kaldığımız yer gayet güzel, sıcak su bile var! Kalacağım yerden beklentilerimin karşılanmasının sadece sıcak suya kadar indirgenmiş olması kendim adına sevindirici bir durum gerçekten. Burası Hare Krishna cemiyetine ait bir Hindu çiftliği. Şu anda 35 kişi çalışıyor ve hemem hemen yarısı Nepal’li kaçak işçiler. Ancak Nepal’li her yerde Nepal’li gerçekten. Çok cana yakın, sıcak kanlı ve yardımseverler. Resmen Nepal’i özlettiler bana diyebilirim. Yasal olarak çalışma şansları da var ancak bürokratik işlemler çok uzun sürdüğünden hiç uğraşmayıp botlarla kaçak olarak ülkeye giriş yapıp çalışıyorlar.

IMG_3961

Çiftlik 400 hektarlık devasa bir yer. 30 çeşite yakın meyve ağacı var. Evin içinde Hare Krishna ile ilgili sayısız ansiklopedi ve kitaplar bulunuyor, aslında gönüllü evinden çok misyonerlik için kurulmuş bir yer sanki. İş yapmak istediğimizde hiç de öyle gönüllü çalışma yerlerinde olduğu gibi iş paslama durumu olmuyor pek. Siz oturun, dinlenin, doğanın tadını çıkarın vs. şeklinde bir iş yaptırmama durumu var. Belli ki oturup Hare Krishna’ya çalışmamız ve onu öğrenmemiz isteniyor. Yanlış anlaşılma olmasın diye yazayım, evet bariz bir tanıtım çabası var ama hiç bir şekilde zorlama yok. İstersen aylarca burada kalabilirsin. Kalacak yer, sıcak su, yemek ve arada bir tanıtım için gidilen festivaller de bu bedava kavramına dahil. Genel olarak ev halimiz aşağıdaki gibiydi…

En sonunda bir iş yaptırıyorlar ve ahır temizleme görevi Kanada’lı William ile bana düşüyor. En fazla 1 saatlik bir inek boku küreme ve hortumla yerleri yıkama gibi basit bir işten sonra paydos oluyor ve çiftlik evine geri dönüyoruz.

William

William

Jackfruit ve ben (sağdaki benim)

Jackfruit ve Ben (sağdaki benim)

Nepal’li “şeflerim” işlerin ardından şeker kamışı ve Jackfruit fabrikasına götürüyorlar bizi. Dev tarladan toplanan şeker kamışlarının burada suyu çıkarılıyor, şişeleniyor ve satılmak üzere gönderiliyor. Tabiki taze çıkmış bir şişeye hayır diyecek değilim. Tadı nefis. Ayrıca şeker kamışlarını kopardığın gibi kabuğunu dişinle söküp kemirerek yemek de mümkünmüş. Bilmiyordum ama öğrenmem de pek hayırlı olmadı. Bildiğin panda’nın bambu’yu yemesi gibi ben de şeker kamışını oturup kemirmeye başlıyorum. Baya hoşuma gitti, içimdeki ayılığı ortaya çıkardım. Burada çalışan kaçak işçilerle biraz sohbet ediyorum. O kadar güler yüzlü ve mutlu görünmelerine rağmen hiç bir hayalleri yok.

IMG_3910

Yada en azından bana söylemekten çekindiler. Günü gününe yaşayıp o gün de ülkeden atılmadıkları için buna şükrediyorlar. Nepal’de çalışma şartları ve ücretleri buraya nazaran aşırı düşük. Hatta burada oldukları için çok şanslılar çünkü kalacak yerleri, yemekleri ve üzerine bir de maaşları var. Bizim ülkemizde yabancı bir şirkette, dişi bakımını da kapsayan sigortalı ve ayda 3000 lira kira verdiğiniz halde rahat yaşayacağınız bir işe sahip olmakla eşdeğer bir mutluluk. Bana ilk bakışta çok kötü gelen bu şartları o kadar büyük bir mutlulukla anlatıyorlar ki kısa süre sonra ister istemez onlar için çok mutlu olmaya başlıyorum. Herkesin hayattan beklentileri ve hayalleri çok farklı ama karşılığında alınan mutluluk hazzı aynı. Bunun böyle olduğunu öğrendiğim gün zaten daha yüksek ünvan peşinde koşmak yerine o mutluluk hazzının peşinden koşmaya karar vermiştim.

Galler’li ablamız Hare Krishna olayına yaklaşık 20 yıl önce kendini kaptırmış. 20 yıldır kah buralarda kah Hindistan’da geziyor, arada bir ülkesine gidip geliyor ancak kendisini tamamen bu mezhep’e adamış durumda. Yolda bu tarz batılı insanlarla rastlaşmak çok olası. Özellikle en gelişmiş batı ülkelerinden gelen bu insanlar kendilerini bu tarz oluşumlara adayıp hayatlarını bu şekilde devam ettiriyorlar. Tam olarak sebebini bilmiyorum ancak ülkelerinde bulamadıkları bağlılığı ve aidiyet duygusunu buralarda tatmin edebiliyorlar gibi geliyor. İşin dinsel ve ruhani tarafını hiç alakam olmadığı için bilemiyorum tabiki ancak benim şahsi kanaatim bir şeyin parçası olabilme hazzının eksikliğinin duyulması yönünde.

Gün boyunca durmak bilmeyen yağmur bir ara kesilir gibi oluyor ve terlik yada ayakkabı giymenin mantıksız olduğu yollarda çıplak ayak bileğe kadar çamura basa basa Tapyoka cipslerini yapmaya ve paketlemeye gidiyoruz. Bu cipsler bildiğimiz patates cipsinden farksız, sadece patates değil burada bolca yetişen tapyoka’dan yapılıyor. İşçiler tarafından kabukları soyulan tapyoka’ları makinede cips şeklinde kesip, yağda kızartıp, paketleme işi ise bizde. Bu ufak cips paketleri gidilen festivallerde Hare Krishna’nın tanıtım broşürleriyle birlikte dağıtılıyor.

Yağmur’un daha da şiddetleneceği ve yolların tamamen kapanacağına dair bilgiler gelmeye başlıyor ve bizim için de iki seçenek var, ya Kuala Lumpur’a geri dönücez ya da burada kalıp yollar kapandıktan sonra tekrar açılana kadar bekleyecez. Çiftlik organik olduğu için tüm ana yollardan ve merkezi yerlerden çok çok uzakta. Telefon bile zor çekiyor o kadar uzak diyebilirim. Ne zaman gidileceği konusunda herkes kararsız ve nasıl yapsak etsek diye düşünülüyor. O sıralar ben çevirilerimle meşgul olduğumdan tüm muhabbeti kaçırıyorum. Ertesi gün herkes çanta topluyor, evi temizliyor, bir hazırlık telaş içindeler. William’a “ne iş?” diye sorduğumdaysa “E gidiyoruz? Sen gelmiyor musun?” diyor. Karara çoktan bağlanmış ama ben uzun süredir yetiştirme şansımın olmadığı çevirilere daldığımdan hiç oralı olmamışım bile. Kalacak yeri ayarlamadığımdan Paulinda’ya nerede kalacaklarını soruyorum. Biji-Biji adında bir organizasyon’dan bahsediyorlar, yatacak yer buluruz merak etme diyince eyvallah diyip yola çıkıyoruz. Destinasyon tekrar Kuala Lumpur, sanırım kaderimde kötü anıları silmek için tekrar buranın üzerinden geçmem gerektiği yazıyor :) En azından bu sefer olaya öyle bakıyorum!

 

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.