Kyoto, hiç gitmeme rağmen her zaman “ölmek istediğim” yer olarak kalmıştır aklımda. Belki bir gün dünyayı gezerim, dolaşırım, bir yerlerde yaşarım diyordum ama en sonunda Kyoto’ya gidip orada ölmek istiyorum derdim. Sebebi yok, içimden öyle gelmiş ve kalmış bir düşünceydi. Ve Kyoto’ya giderken hissettiklerim gerçekten çok tuhaftı. Üzerimdeki huzurun hafifliği altında hissettiklerimi ancak çok güzel bir haber alıp mutluluktan tek başına deniz kenarına gidip keyifle uzaklara dalıp, hafife gülümseyip hayallere dalmayı bilenler anlar.

Nagoya’da artık ev arkadaşı gibi olduğumuz ve içtiğimizin ayrı gitmediği Jeremy ile bir kaç günlüğüne Kyoto’ya gitmeye karar verdik. Japonya’ya kadar gelmişim, Kyoto’yu görmeden gelirsem Samuraylar tarafından lanetleneceğime, Geyşalar tarafından da kabul görmeyeceğime inanıyorum (valla inanıyorum var öyle bir batıl inancım). Hem Kyoto’yu göreyim hem de başıma bişey gelmesin diye otobüs ve tren fiyatlarını karşılaştırarak bilet alma işine koyuluyoruz. Hızlı trenler olan Shinkansenler çok pahalı, express trenler var fakat onlar da pek hesaplı sayılmaz. Otobüs bileti ise express tren fiyatının yarısından daha ucuz, yaklaşık 35-40 lira civarı. Yolculuk süresi de hemen hemen aynı olunca bizim için seçim belli.

otobus kyoto

Sabah erkenden yola çıkıp Nagoya tren istasyonuyla yanyana olan otobüs istasyonundan yola çıkıyoruz. Hem tren, hem otobüs garları neredeyse her şehirde yanyana olduğundan bu tarz yolculuklarda neredeyse hiç yürümüyorum bile. Otobüsler pek akla ilk gelecek “Japon işi” değil. Gayet standart ve sıkıntısı olmayan araçlar. Bizimkilere göre artı tarafı her koltukta priz olması ve eksi tarafı ise bu kadar büyük ekonomisi olan ve teknolojide çığır açmış bir ülkeye hiç yakışmayan topkek, bisküvi ve çay, fanta servisinin olmaması. Her ne kadar muasır bir medeniyet olsa da bir topkek’i çok görmüşler. Kınadım.

Kyoto’ya geldiğimizde her ne kadar deniz olmasa da sanki bir yazlık deniz kenarı havası yarattı benim gözümde. Otobüsün camından dışarıyı izlerken bir berberle göz göze geliyorum, hemen sırıtıp el sallamaya başlıyor, ben de ona el sallıyorum. Akabinde sallanan el sayısını ikiye çıkartıyor. Bende bunu görüyor ve Jeremy’i de işin içine katıp el sallamayı 2 katına çıkartıyorum. 3 saniye içinde Kyoto’ya girişimiz böyle enteresan ve eğlenceli bir hal alıyor. Suratlarımızda salak bir gülümsemeyle otobüs istasyonuna geliyoruz. Hemen cep telefonunu çıkartıp daha önceden google maps üzerinden işaretlediğim adrese bakıyorum. Gayet de yakın, yürüme mesafesinde. Başlıyoruz yürümeye ve yaklaşık 20-25dk sonra eve ulaşıyoruz. Yolda gelirken en çok hoşuma giden şey ise hiç öyle devasa binaların olmaması. Tüm evler 2 katlı ve bazılarının altında bulunan dükkanlar 60+ yaşındaki kadınlar tarafından domine edilmiş gibi. Çalışmanın burada gerçekten yaşı yok, sadece Kyoto için söylemiyorum ancak burası Japonya’da en uzun yaşamın olduğu yerlerden biri. Burada amaç 100 yaşına gelmek değil, 100 yaşında çalışabilecek güçte olmak olmuş.

11168458_809078829178843_8014846556857144317_n

DSCN0310

DSCN0332

Sakura dendiğinde benim aklıma her zaman ilk gelen yer Kyoto olmuştur hep. Öyle özel bir sebebi yok, tamamen kendi hayal dünyamda gelişen olayların neticesinde oluşmuş bir durum. Japonya’nın eski başkenti olan bu şehirde Sakura hayal ettiğimden daha güzel geçti. Ben öyle sağda solda özel bölgelerde görmeyi umduğum ağaçları şehrin her yerinde görünce karnımda kelebeklerin çırpınışlarını hissettim. Japonya’nın tezatlıkları da bu görsel güzelliğe keyif katıyordu. Geceden kalma çiftler kiraz ağaçlarının altında uyuya kalmış, kıçı başı açık şekilde romantik ve senkronik bir şekilde horluyorlar. Pek garipsenmeyen bir durum olacak ki gelen geçenlerin pek umurlarında da değiller, ancak benim gibi yabancılar durup izliyor ve gülüp geçiyordu. Fotoğraf çekmek istiyordum aslında ama gerçekten onları çok utandıracak bir görüntü olduğundan bu mahremiyetlerine saygı göstermek için çekmedim (yada çektim ama burda çekmedim diye ayak yapıyorum, eşe dosta gösterip gülmekten yarılıyoruz). Ufak kanallar içinde saatlerce yürüyüp bir yandan akan su, diğer yanda kanalın üzerinde bulunan kiraz ağaçları birlikte olmak isteyebileceğim en güzel ortamı oluşturuyor.

kyt hs

Kaldığımız evi Jeremy ile birlikte tuttuk, tek oda içinde iki yatak var. Ufak ama temiz bir banyo, küçücük bir mutfak. Tam bekar işi ve 3-4 gün için fazlasıyla yeterli. Eve girdiğimizde ufak bir sürprizle karşılaştık. Bir kutu dolusu abur cubur, kola, su, kahve, çay ikram olarak sunulmuş ve iki tane 1 günlük sınırsız otobüs bileti de ücretsiz olarak bırakılmış. Bu iki biletin fiyatı sadece 30 lira neredeyse, evdeki abur cuburu da eklediğimizde kafadan bir 50-60 liralık ikram yapılmış. Kaldığımız yerin günlük ücreti ise yaklaşık 100 lira civarı, yarı yarıya kırıştığımızda Kyoto için makul bir rakam ortaya çıkıyor. Hele ki merkeze 15-20dk lık yürüme mesafesinde olduğu düşünüldüğünde. Üstelik bu rakama iki adet bisiklet de dahil! Bunlar çok büyük şeyler değilmiş gibi gelebilir ancak Japonya’da her şey ücrete tabi olduğundan bu ufak şeyleri ard arda koyduğunuzda gün sonunda baya kabarık bir hesap karşınıza çıkıyor. Günlük olarak çok fazla rahatsız etmese de aylık hesaba vurulduğunda çok büyük bir fark oluşturuyor. Jeremy’nin bisiklet korkusu yüzünden bisiklet kullanamamış olmak içimde kalmadı desem yalan olur. Sanane ondan bas git ne olacak diyerek işin içinden çıkılabilir ancak her zaman öyle olmuyor. En azından benim çok kolay kolay yapabildiğim bir şey değil, en azından yakın tanıdıklarım için. O yüzden yalnız seyahat etmeyi seviyorum zaten, bu sıkıntıdan çok uzakta oluyorum.

Gece hayatına çok düşkün olan Jeremy’de inanılmaz bir heyecan var. Sürekli dışarı çıkmak, ortamlara akmak, kız peşinde koşmak, içmek ve coşmak için kendini tutamıyor. Biraz kıskanıyorum aslında bu tarz adamları çünkü onların yanında çok kaldığım zaman kendimi eğlenmeyi bilmeyen bir adam gibi hissediyorum. Belki de asıl eğlence gerçekten her gittiğin yerde böyle heyecanlı ve yerinde duyramayan bir tip olmaktır. Onlarda ki bu heyecanı ve coşkuyu kendimde ancak kafamın içinde bulabiliyorum ve bulduğumda da genellikle tek başıma deniz kenarında uzaklara dalmış oluyorum. Dışarıda bulduğum huzur içimde karnavallara sebep oluyor.

kyt gc

Hadi dedim katılayım sana bu akşam ve bir Japon gecesi yapalım. Jeremy gerçekten çok zor beğenen bir adam, özellikle mekan konusunda. İşte size seyahatin kattıklarından biri, yanınızdaki adamı en iyi şekilde tanımanızı sağlıyor. Şu ana kadar bu konuda bir fikrim olmadığı ve genel olarak çok rahat görünen bu adam gel gör ki her yere girmeyen biri olmuş. Ya diyorum gel bi girelim, bir bira içelim sevmezsek kalkarız. Zorla bir bara sokuyorum, barın adı Zaza bar ve içeri girdiğimde çok tanıdık bir yüz. 2-3 saniye garsonla bakışıyoruz ve birbirimizin Türk olduğunu antenleriyle aynı kabileden olduklarını anlayan karıncalar gibi anlıyoruz. Biralarımızı içerken Jeremy’nin gözü sürekli fıldır fıldır kızların üzerinde. Bir yere kadar flört etmeyi anlarım ve hatta güzel de bir şey olarak görürüm ama cayır cayır yanan bir abazan ile dışarı çıkmak gerçekten çok zor. Evet siz kadınlar farketmeseniz de biz erkeklerin de böyle sıkıntıları yok değil. Bu tarz bir adamla özellikle gece dışarı çıkmak gerçekten çok zor ve can sıkıcı bir durum, hem sizin hem bizim için. Diğer masalarda gördüğü her kıza dik dik koca mavi gözlerle bakıyor. Bu durumdan rahatsız olmamın sebebi acaba benim bu şekilde davranamıyor olmam mı yoksa Jeremy’nin hayvanlığı mı bilemiyorum. Hayvanlık kısmı çok yaygın şekilde etrafımda olduğu için sanırım benim onun kadar rahat olamadığımdan kaynaklanıyor bu sıkıntım.

11156206_810082485745144_2369925524880791541_n

Kyoto’da ki ilk gece hayatı çıkışımızda bir Türk-Kürt barı olan Zaza’dan başka bir yere gidelim dedik, belki biraz daha Japon bir yer buluruz dedik. Uzun süren yürüyüş sonunda alakasız bir yerden girişi olan, nispeten pek bilinmeyen bir yer gibi gözüken, hiç bir reklamı olmayan 4. katta ki bir bara girdik. Mantığımız turistlerin hiç bulunmadığı bir yerde olan bu yerde daha çok Japonların bulunacağıydı. Evet… Türk barından sonra %100 Fransız barına adım atmış olduk. Jeremy de Fransız olduğundan kendi adamlarını bulmanın mutluluğu içindeydi. Barda bulunan toplam 5 adamın 3’ü Fransız 1’i de ne İngilizce ne de Fransızca konuşabilen bir Japon, bir de ben şeklindeydi. Japon eleman sağlam içmiş olduğundan hangi dilde konuşursan konuş, ağzından çıkan her kelimeyi inanılmaz bir samimiyetle ve mutlulukla karşılıyor, kahkahayı basıyor ve bildiği 3-5 kelime İngilizce kelimeyi yan yana sıralayıp kendine iletişim kurmaya çalışıyordu. Hala o adamın orada ne yapıyor olduğunu çözebilmiş değilim. Lan git Japon barına iç eğlen, manyak nasıl kafayı bulmuşsa kendini Fransız barına atmış bir güzel de zom olmuş. Bir süre sonra ben barda tütün sararken barmen sıkılmış olacağımı düşünüp yanıma geldi iki laf edelim diye. Saçma sapan gangsta rap şarkıları çalıyordu içeride ve bana şarkıları sevip sevmediğimi sordu. Dedim hacı bizim işimiz Rock’n Roll ve Metal, gençliğimiz öyle geçmiş. Burhan Çaçan desem onu idrak edecek kültürel birikimi olmadığından hiç girmedim o konulara. Bu eleman da metalci çıktı, dedi sana eskilerden bir şeyler açayım, eyvallah dedim. Tam benim damarıma dokunacak, Iron Maiden, ACDC, Metallica ve Rob Zombie’den potboriler açarak keyfimi bir anda yerine getirdi. Elemanla saatlerce muhabbet ettik ve aslında baya da güzel bir muhabbet oldu. O da tası tarağı toplayıp kendini Fransa’dan dışarı atanlardan. Japonya’ya gelmiş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ve şimdi de bar işletiyor. İlginçtir burada tanıştığım yabancıların çok azı seyahat için gelmiş, neredeyse hepsinin kucağında Japon bir bebe var. Bu konuda konuşmak, tartışmak ve yazmak istediğim çok şey var aslında ama şimdi yeri değil.

Gece saat 3 civarı bardan çıkıp bir şeyler yemek üzere yola koyulduğumuzda orada tanıştığımız diğer Fransız adam çok ucuz ve güzel bir yer bildiğini söylüyor. Türk barı, Fransız barı ve şimdi umarım bir Japon mekanına gideriz diyorum ancak “Hamid Döner” isimli bir büfeye geliyoruz. Her ne kadar çalışan bir Japon olsa da isim pek Japon gibi durmuyor :)

11141134_810082622411797_7402003589282157390_n

En azından gerçekten ucuz ve güzel bir döner yediğimiz yanımıza kar kalıyor. Artık eve dönüp dönmemek arasındayken bu Japon gecesi yaşayamamış olmamız geyiğini yapınca diğer Fransız eleman halimize acıyor ve sizi çok enteresan bir bara götürebilirim diyor. E hadi diyoruz. Gittiğimiz barı orada yaşayan Fransız’ın bulması bile baya bi zaman alıyor, ara sokaklardan ara patikalara giriyoruz ve üst katı olduğunun bile farkında olmadığım bir binaya giriş yaptık. Tamamen karanlık yol ve sadece telefonların ışıklarıyla ilerleyebiliyoruz. Burda bir yanlışlık yok, konsept bu. Bara ulaşıp içeri girdiğimizde de içeride de elektrik yok, sadece mum ışıkları var ve club tarzı bir müzik çalıyor. İçerisi hınca hınç dolu ve malesef çoğu yine turist.

 

Burayı nasıl bulmuşlar, nerden öğrenmişler gerçekten anlamak zor. Demekki arayan buluyor hacı. Ortamın fazla turistik olması, yanımda gevşek ağızlı Amerikan kızların oturması (ağızlarında bir kaşık yoğurt varmış gibi iğrenç bir şive), sevmediğim tarzda çalan ve beynimle rızası dışında ilişkiye giren müzik pek içimi açmasa da konsept aslında hoşuma gitti. Hemen Türk mantığıyla “lan bunu İstanbul’da yapsak kesin tutar” dedim ancak sonra karanlıkta olacak tacizleri düşündüğümde ikinci bir “Şanzelize bar” vakasına dönüşebileceğinden fikirden vazgeçtim.

Jeremy gece bir kız bulamamış olsa da en azından Fransızca muhabbete doyduğundan keyfi yerindeydi. Benim için de değişiklik olmuş oldu biraz ama şimdi gerçek Kyoto’yu görmek istediğimden sokaklarda biraz dolaşmaya başladım. Jeremy’e biraz tek dolaşmak istediğimi söyledim ve bugün ayrı takılalım dedim. Pek bir anlam veremedi ve şaşırdı ama gerçekten yeter, hiç oraya girmem bunu yapmam onu yapmam diyecek biriyle uğraşamam şimdi. Öyle kıl oldum öyle stres oldum ki kendimi hemen bir sürü çıplak adamın içeride rahat rahat dolaştığı Japon hamamı olan Sento’ya attım. Evet tabi böyle stresli durumlarda herkesin bildiği gibi bir sürü çıplak Japon adam görmekten daha güzel bir şey olamaz, eminim herkes benim gibi yapıyordur. Cidden de hamam parası ucuzluğunda, yaklaşık 15 lira gibi bir ücreti ödeyip eşyalarımı koyacağım dolabın kilidini aldım. Havlu için de ufak bir ücret ödeyip onu da alıp soyunma odasına geçtim. Hostellerden millet içinde soyunmaya alışık olduğumdan pek bir çekincem yoktu ancak yoğun bir saate denk geldiğimden etrafımda 15-20 çıplak adam olunca biraz bi garip hissettim kendimi ancak ortama uyum sağlamam çok uzun sürmedi lakin herkes çok rahat ve hiç insanlar çıplakmış gibi davranmıyorlar. Ben de aralarına girip (mecazi olarak!) hamama doğru ilerledik. Bizim hamamları aratmayacak rahatlıkta diyebilirim. Bir göbek taşı olmasa da elemanların topluca girip muhabbet ettikleri havuzlar var. Anime filmlerde hep gördüğüm bir olay vardı, hep merak ederdim. Elemanların havluları hep kafalarının üzerinde duruyor. Sebebi de havluyu kuru olarak koyabilecekleri başka hiç bir yer olmaması.

11084123_810082609078465_749892556885955869_o

Ben de havlumu kafama alıp onlardan ayrı bir havuza girdim, yanımdaki havuzda 8-10 kişi var, benim havuzda ise sadece 1 kişi var. Biraz ezik ve gruptan ayrı kalan biri olduğundan ben de kibarlık olsun diye selam verdim ve karşısına oturdum (havuz geniş arada mesafe var…kötü niyetli düşünenler için açıklama hissi duyuyorum J). Elemanlar biraz muhabbetten sonra stand by mode’a geçip sessizleştiler, ben de gözlerim kapalı öyle takılırken 10 dk sonra artık napsam acaba diye gözümü açtığımda karşımdaki eleman gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de istemsiz şekilde gülümseyince hemen çarpık İngilizcesiyle lafa girdi, iki üç bişe konuşunca benden yüz bulmuş olacak ki götüm götüm yaklaşmaya başladı. Bende inceden bir kıllanma oldu tabi, muhtemelen hallenecek dedim ama çok bozmamaya çalıştım. Dibime kadar gelip yanlış anlamazsam bana bişey sormak istediğini söyledi. Hah dedim geliyor… Göğüs kıllarıma dokunmak istediğini söyledi J Hiç kılları olan birini görmemiş daha önce ve çok merak etmiş. Çok mu geniş insanım, çok mu naif davranıyorum bilmiyorum ama dokun dedim. Neyse kötü bi niyeti yokmuş, cidden öyle bi dokunup “vaaaaaoov” dedi. Muhabbet öyle çarpık çarpık devam ederken koluma da dokunmaya başlayınca suratımdaki gülümsemeyi silip sert bir şekilde “back off” (olm bak git!) dedim. Binlerce kez özür dileyip uzaklaştı, benim de zaten zamanım doluyordu, 40dk falan olmuş geldiğimden beri. Havuzdan çıkarken lan şimdi bu herif benim kestaneyi uzaktan kesicek diye işkillendim ama kendisine görsel bir şölen sunmaktan başka çarem yok, keşke bu ego tatminini bir kız beni izlerken yaşıyorum diyebilseydim. Ayağımda tahta takunyalarla kısa bir kestane festivalinin ardından eşyalarımı alıp dışarı çıktım. Garip ama komik bir tecrübe oldu benim için.

Eve döndüğümde Jeremy bulaşıkları yıkamış, etrafı toparlamış bana da sadece eşyalarımı toplarlayıp çıkmak kaldı. Onun otobüsü benden 2 saat sonra olduğundan ben Jeremy ile vedalaşıp yola koyuldum. 1 ay beraber kalmış olmanın verdiği durumla biraz üzüldüm aslında. Bu kısa süreli ama sıkı arkadaşlıklar seyyahların bir numaralı kaderidir zaten. Paris’de yaşadığından gelirsem mutlaka beni misafir etmek istediğini söylemişti, eh insanın Paris’de bir kapısı olması her zaman güzeldir tabi.

 

light flurry of blossoms in a sudden breeze

light flurry of blossoms in a sudden breeze

Ve Japonya’nın son durağı Tokyo için son kez yoldayım. Sırt çantamı son kez taşıyacak olma düşüncesi artık biraz iyi hissettirmeye başlamıştı çünkü gerçekten hem Kadıköy’ü hem de arkadaşlarımı özlemeye başlamıştım fazlasıyla. Dünya’nın en pahalı şehrine cebindeki kuruşları sayan düşük bütçeli bir seyyah olarak gidiyordum…

Yorum Yazın

Email adresiniz yayınlanmayacak.